Bir kez daha, kötülüğü ortak kabul gören bir tehdidin istismarı eşliğinde sınıfsal farkların üzerinin örtüldüğü ve toplumsal tepkilerin “sistemi yeniden yapılandırma” kanallarına akıtıldığı bir süreçten geçiyoruz.
Eğer mesele siyasal İslam veya toplumun cemaat-tarikat eksenli örgütlenmesi, dini referansların bilimsel referansları baskılaması ise, bugün bunlar bizzat AKP eliyle, darbe karşıtlığı da yedeklenerek tekbir sesleri eşliğinde gerçekleşiyor. Ortada bir “kandırılma” falan yok. Tersine MTTB’den, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden, İlim Yayma Cemiyeti’nden ve Yeşil Kuşak Projesi’nden bugüne uzanan gerek ideolojik gerekse kadrosal bir devamlılık söz konusudur. AKP’nin kurulduğu 2001, bu açıdan, bir “sızma” sürecinin değil ilişkiyi sıçratmanın, daha da yaygın ve nitelikli kılmanın tarihidir. Dünden bugüne uzanan bir sınıfsal devamlılık söz konusudur.
Kandırılmak mı taammüden rol almak mı?
Belki tek tek kişilerin veya kimi toplum kesimlerinin kandırılmasından söz edilebilir; ama Cemaat ne istemişse vermiş, ne yapmışsa arkasında durmuş, operasyonlarının savcılığını üstlenmiş, aynı yolda yürüme onurunu şarkılaştırmış ve bugün hâlâ öz itibariyle aynı şeyleri yapan bir iktidar partisinin ve kadrolarının kandırılması söz konusu olabilir mi?
İşte bu türden meselelerde gerek sapla samanı, suçlu/sorumlu olanla kandırılmış olanı ayırmak, gerekse olup biteni daha net görebilmek için, sınıfsal perspektiften öte bir yol yoktur. Çünkü sınıf bakışı, en gerçekçi, en adil ayrışmanın ölçeklerini bağrında taşır; bulanıklığa, sınıf karşıtına hizmet etmeye yani “aldanmaya” izin vermez.
Mümtazer Türköne, Bülent Arınç, Nazlı Ilıcak gibilerinin veya “Türkçe Olimpiyatları tamamen bir oyundu, dershaneler bir tiyatroydu. Biz de yıllardır saf saf inandık, izledik, bu tiyatroyu alkışladık” diyen Mehmet Ali Şahin’in aldanmışlıklarının (!) ciddiye alınacak bir tarafı yok; ancak inceltilmiş dolaylı aldanmalar ve hatta hizmet etmeler söz konusu ki bunun üzerinde özellikle durulmalıdır. Mesela uzlaşma-birlik adına AKP mitingine gitmek, Cemaatin ideolojik-politik devamı niteliğindeki AKP politikalarına hizmet etmektir, güç katmaktır.
Kürtlerin olmadığı ama Türk milliyetçiliğinin doğrudan Bahçeli’nin ağzından dillendirildiği, Alevilerin olmadığı ama Sünniliğin doğrudan Cemaatçi hocalarla, siyasal İslam’ın da Diyanet’le temsil edildiği, demokratik kitle örgütlerinin olmadığı ama Genelkurmay Başkanı’nın olduğu ve idamın alkışlattırıldığı bir zeminde edilmiş “12 lafın” (onlar manifesto diyor) mevcut fotoğrafı beslemek dışında bir rolü olabilir mi? Öyle görünüyor ki bu türden sorular, CHP tabanında başka sorularla da birleşerek çoğalacaktır.
Cemaat’e ve dolayısıyla siyasal İslam’a dair yanılgılı kimi duruşların kaynağında, meselenin daraltılıp Fethullah’ın kişisel duruşuna kadar indirgenmesi vardır. Böyle olduğunda söz konusu kötülüğün çıplak gözle izlenemeyen bağları görülmez ve mesele bir “meczup”un hezeyanlarına indirgenir. Halbuki sınıfsal bakış açısı, Fethullah’ı var eden, onu büyütüp güç katan asıl adresi bulabilmeye, bugünkü ideolojik devamını, güncellenmiş yoldaşlarını tanımaya imkan tanır.
Tam da bu nedenle ekonomik sömürünün dinsel sömürüyle, neoliberalizmin siyasal İslam’la ilişkisinin kurulması önemlidir; aldanma ihtimalini olduğu kadar, kime karşı kiminle, nerede ve nasıl durulması gerektiği konusunda da yanılgı olasılığını en aza indirir.
Domine edici güç kimdir?
Soruyu “taşların yerinden oynadığı ve köklü biçimde bir yeniden dizilimin gerektirdiği koşullarda domine edici güç kimdir?” şeklinde de sorabiliriz. Bu soru sorulup doğru yanıtlanabildiğinde, magazinin satır aralarında boğulmak yerine, sonucu nedenlerle ilişkilendirerek okumak daha olanaklı hale gelir.
Evet, ortada bir dağılma söz konusu, ancak yeniden kurulum/dizilim, sanıldığının aksine Erdoğan’ın keyfi fikirleriyle veya bir-iki AKP’linin niyetleriyle oluşmuyor. Olguyu böyle okumak, sermaye-düzen ilişkisini ıskalamaktır. 15 Temmuz sonrasında rastlanan en yaygın yanılgı budur. Genelde emperyalizmle özelde tekellerle olup biten arasındaki ilişkinin görülememesi veya görünür kılınamaması bu türden tartışmalara sebep oluyor.
Dikkat edilirse her akşam pek çok kanalda yapılan açık oturumların hemen hepsinin ortak noktası, anlatıcının da olgunun kendisinin de kişiselleştirilmesidir. Bilerek veya bilmeyerek başvurulan bu yöntem gerçek sorumluları gizler. Evet, belki günlük akılla örneğin yeni sömürge Türkiye’nin ABD’ye neden ve nasıl bağımlı olduğunu görmek zordur. Çünkü günlük akıl somutluk arar, görüngülerle yetinir. Ancak soyutlama yapabilenler için o bağ sanıldığından da çeşitli, güçlü ve eskidir.
12 Mart’ta Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in “CIA altımızı oydu” biçimindeki değerlendirmesinin de 12 Eylül’de o dönemin CIA Türkiye Şefi Paul Henze’nin ABD Başkanı’na “Bizim çocuklar başardı” demiş olması biçimindeki bilginin de yerli yerine oturtulması, olguları bir yöntem dahilinde ele almayı gerektiriyor.
Ne yazık ki 16 Temmuz sonrasında yaşananlar, solun yöntemsel açıdan, neden-sonuç ilişkisi kurmak ve gerçek darbecileri görüp göstermek açısından yeterli bir sınav veremediğini gösterdi. Cemaat’e yapılan operasyonların emperyalizm ve sermaye açısından bir mevzi kaybı olduğunu sanmak, bu hamlenin hiçbir demokratik sonuç üretme ihtimalinin olmadığını görememek, tersine taşların tam da emperyalizmin/NATO’nun ve Türkiye oligarşisinin ihtiyaçları temelinde yeniden dizilmekte olduğunun ayırdına varamamak bunun göstergesidir.
Tam da bu nedenle, her şeyin baştan planlanmamış da olsa, 15 Temmuz gibi dönemlerde yaşanan gelişmelerin son tahlilde egemen güçlere hizmet edeceğini, darbe girişiminden sonra sürece hangi kesim hakim olursa olsun Amerikancı bir sonucun doğacağını söylemek; bir ezber değil, Marksizmin sermaye-devlet-sistem ilişkisine dair genel doğruları eşliğinde somutun değerlendirilmesidir.
Gün gelecek, devrimci demokratik güçler kurucu özne olarak tarihsel rolünü oynayacaktır. Ancak bunun sınıf karşıtlarının temsilcileri ile beraber yapılabileceğini sanmak, mesela bu ülkede devlet yeniden yapılandırılırken “Kürtlerin, Alevilerin, sol-sosyalist kesimlerin” dahil edilebileceğini düşünmek, sınıfsal bakışta temel önemde bir soruna işarettir. Evet, bu konunun üzerinde durulmalı, baskı oluşturulmalı, bu talepler dillendirilmelidir. Ancak neden uzlaşma ile olmayacağı da bilinerek hareket edilmelidir.
Yenikapı, bir rıza oluşturma zeminidir
Erdoğan’dan Kılıçdaroğlu’na, Bahçeli’den Çiller’e, Hulusi Akar’dan Cübbeli Ahmet’e kadar pek çok kişiyi aynı gösterilerde buluşturan, medyayı tek sesli hale getiren bu uzlaşmanın özü, sistemin yeniden yapılanmasında sermayenin çıkarlarının gözetilmesidir. Bir mutabakat zemini olan Yenikapı, aynı zamanda “Rıza Oluşturma Merkezi” biçiminde işlev görmüştür. Bu türden zeminlerde, halkın sorunlarını gören, halkı gözeten bir hoşgörü değil, darbe ikliminde akılları ve hafızaları gölgeleyen bir “uzlaşma” öne çıkarılıyor. Yokluğun, yoksulluğun, adaletsizliğin ve bunlar üzerine bina edilen sömürü, yağma ve talanın yok sayılarak; sermayenin, emekten yana hiçbir engelle karşılaşmadan, bir bayram havasında yeni ittifaklar temelinde düzenini yapılandırması isteniyor. Bugüne dek sermayeye çeşitli biçimlerde hizmet etmiş eski veya yeni kadroların el ele vermesinin sebebi budur. Onların tutkalı sermayedir; bizim tutkalımız emektir; onlar gerçeklerin gizlenmesini ister, bu nedenle de illüzyonu, gölgeyi, karanlığı sever; biz şafağı severiz, gerçeklerin açığa çıkarılmasını, tüm örtülerin yırtılıp atılmasını isteriz.