Kanaatkarlık iklimi, “yetmez ama evet” denilerek güncellendi.
Artık sistemin içinde aranıyor, sistemin alternatifi.
Değişimin motoru gibi görülüyor,
emperyalizmin güç ve dinamikleri…
Bugün solda rastlanan en yaygın/ciddi sonunlardan biri de doyum/arayışı grafiğinin giderek çeşitlenmesi ve sistem içine de girip çıkan zigzaglar çizmeye başlamasıdır. Bir başka yazıda incelediğimiz bu sorunun dışavurumlarından biri de ilgi ve arayışın, olmaması gereken noktalara/alanlara uzanmasıdır. Öyle ki, çözüm arayışları yanlış yerde yapılınca, deyim yerindeyse alınan ilaçlar da yan etki yapmakta ve giderek daha kalıcı sorunlara davetiye çıkarmakta; algıyı, duruşu ve giderek bir bütün halinde yöntemi bozar hale gelmektedir.
Ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerin doğru okunup birbiri ile bir yöntem dahilinde ilişkilendirilmesi ve altenatif duruş geliştirilmesi biçimindeki yöntemde zorlanma yaşandığı ölçüde, sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getiren tali, hatta gereksiz uğraşıların soldaki yeri (kapsama alanı) artmaktadır. Bunun nedenlerinden biri de öznelliğin, okuma/araştırma konularını da belirler hale gelmesidir. Bunda, yöntemde diyalektiğin aşınmasının da rolü vardır. Devimciler, fikri alanı, tek bir konu seçip hayatı boyunca o konuda araştırma yapmakla yetinen kişilerden (akademisyen vb.) farklı olarak ele alır.
Devrimcilerin üniversite profesöründen (akademisyenlerden) farkı, bir uzmanlık alanı seçip, konuyu kılcallarına dek araştırmak/incelemek yerine, pratik görevleri eşliğinde mücadelenin karşılarına çıkardığı sorulara yanıt aramak ve akademik çevrelerin birikiminden, kendi alanlarına bilgi taşımaya imkan veren bir perspektife/yönteme sahip olmaktır.
Kimi çevrelerde, özellikle sınıfsal paradigma dışına çıkıp, farklı aidiyet bağları üzerinden tanım yapar hale gelmek; yöntemi olduğu kadar araştırma-inceleme konularını da değiştirmiştir. Bu tür zeminlerde, yukarıda sözünü ettiğimiz hataya sıkça düşülmektedir. Böylece “bütün” (gerçekte yöntem) öğrenilmeden “parça”ya yoğunlaşılmakta, hemen tüm ilgi ve enerji buna yönelmekte, dolayısıyla da bir veya birkaç konuda çok şey söyleyen, ama olgular arasında diyalektik bir bağ kuramayıp günü/gelişmeleri okuyamayan kişiler (devrimci kimlikler) ortaya çıkmaktadır. Bu durumu, güncel birkaç örnek ve eğilim üzerinden incelemek gerekirse, akla gelen en çarpıcı test alanlarından biri de AKP’nin anayasa referandumudur. 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla AKP, 12 Eylül’le hesaplaşma görüntüsü verdi. Öyle ki, referandumun sonucunu yandaş basın “Halk Yönetime El Koydu” manşetiyle duyurdu. O gün, AKP’nin bu hamlesine “yetmez ama evet” demenin, bugünkü karşılıklarından biri de “12 Eylül Yargılaması” adı altında ortaya konan parodiden, şu veya bu oranda sonuç beklemektir.
12 Eylül referandumu ile 12 Eylül yargılamalarına yedeklenmenin biçimi farklı olsa da özü aynıdır. Özetle söylersek, kendi özgücüne güvenmemek, devrimci yol dururken tali/önemsiz yollara veya sahte patikalara sapmaktır.
Örgütlükleri dağıtan, umudu yoran ve beklentileri kendi dağıtacağı sahte şekerlere dek daraltan AKP, artık sadece “sağ” eğilimleri ile bilinen toplum kesimlerinin değil, demokratik beklentiler içinde olanlar da dahil, hemen herkesin algısı üzerinde oynamakta ve “balıkla su” (devrimcilerle halk) arasındaki mesafeyi açabildiği oranda saldırılarının çap ve derinliğini arttırmaktadır.
Bu süreçte, yaşanan saflaşma için, birden çok tanım yapılabilir. Ama genel boyutuyla söylersek, sistem muhalif dinamikleri ya emerek ya da dağıtarak etkisizleştirirken, solda azla yetinme ve giderek sisteme yedeklenme ile devrimci değerlerde (yol ve istikamette) ısrar biçiminde iki eğilim/duruş billurlaşmaktadır.
Süreci daha uzun bir zaman dilimine yayarak ve neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirdiğimizde görülecektir ki, sisteme doğru yönelimde hızla çap ve kapsam büyüten duruşun beslenme kaynaklarında en temel olanı, sınıfsal paradigmadan uzaklaşarak yön bulmaya çalışmaktadır.
Önemli/öğretici bir örnektir; Güney Afrika’da ANC’nin mücadelesi uzun yıllar büyük bedeller eşliğinde sürdü ve sonunda başarıya ulaştı. Mandela, Devlet Başkanı oldu. Ne var ki; ANC yönetimi giderek, vaktinde mücadele ettiği iktidarlara benzemeye başladı. Son olarak, madencilik sektöründe devam eden grevleri önlemek için çok sert tedbirler aldı. Adalet Bakanı olağanüstü hal ilan edebileceğini söyledi. Bu arada hükümet yanlısı Ulusal Madenciler Sendikası ise, sektörde büyük iş kayıplarının yaşanmasından ve şiddetin artmasından endişe duyduklarını dile getirdi. Genel grev tehdidi karşısında hükümet, orduya alarm verdi. Şimdilik, Marikana madenlerinin emekçilerinin, madenleri işleten Lonmin şirketi ile belirli bir anlaşmaya varması, sorunun özünü değiştirmiyor. Polisin Lonmin platin madeni işçilerinin grevine saldırıp 34 madenciyi katletmiş olması, sorunun boyutunu ve niteliğini anlatmaya yetiyor.
Bir an için, ülkede nüfusun çoğunluğunu oluşturan siyahları dışlayan ırkçı Apartheid rejiminin yıkıldığı 1994’e gidelim. Ve bir daha düşünelim. Güney Afrika’da eksik bırakılan neydi? Özetle söylersek, mücadelenin haklılığı, nihai zafer için yetmiyor. Sınıfsal perspektiften uzaklaşmak, niyetten bağımsız olarak sisteme yakınlaştırıyor; müttefikler de hedefler de değişiyor. Yaşamı alternatif bir duruş üzerinden üretememek, sistemi alternatif söylemler eşliğinde yeniden üretmenin; tekrarın ve öykünmenin koşullarını hazırlıyor.
Gerçekte benzer bir kıyas (mantık yürütmeyi) bugün için de yapabiliriz. Devrim perspektifli örgütsel yapılar, yaşama/mücadeleye cevap olamadığı oranda, deyim yerindeyse sistemin cevaplarından kopya çekmeye başlıyor. Elbette devimcilerin karşı duruşu, itirazı ve alternatif arayışı bir inat, bir kaba red değildir; ama, sınıflı toplum geleneğinin tüm kötülüklerini bağrında toplamış, “zirve” niteliğindeki örgüsüne (bugünkü sisteme) şu veya bu oranda öykünmek değil, tepeden tırnağa kaşı çıkmak bir değerdir ve devrimcilere yakışan budur.
Artık iktidarından muhalefetine kadar hemen her adımın, gönülleri ve akılları çelmeleme, dolayısıyla da sistemi tahkim etme hesapları eşliğinde atıldığı günümüz koşullarında, bırakalım sistemden olumluluk damıtmayı, olumlu gibi görünen adımları bile, alternatif değerlerle biçimlenmiş bir perspektiften inceleme yöntemi geliştirilmelidir.
2010 Anayasa Referandumu’nun 12 Eylül’e rast getirilmesi gibi, artık kimi mahkeme/soruşturma tarihlerinin bile özel günlere rast gelmesinin bir tesadüf olmadığı bilinmelidir. Benzer şekilde bu yıl, Menderesler’in 51. yıldönümünde Kılıçdaroğlu’nun
Menderes’in anıt mezarını ziyaretinden ülke halkarı yararına bir olumluluk nasıl beklenmemesi gerekiyorsa, savcılığın Özal’ın mezarının açılması kararını aynı güne getirmesi de bir tesadüf olarak görülmemelidir.
DEVRİMCİLİK, ÖNCELİKLE BİR KİMLİKTİR; ÖZGÜVENİN KOŞULU İSE KENDİN OLMAKTIR
Kendisi olmadğı oranda, bir başkası olmak, bir özgüven sorununa işaret olduğu kadar, kimlik yitiminin de habercisidir. Hayatın içinde bir duruş oluşturup kendi çizgisinde başarı sağlayamayanların, başkalarının kimliği ve başarısı üzerinden doyum araması ile yapay sorunlar üzerinden kendine artılar devşirmesi arasında öz itibarıyla bir fark yoktur.
Sıradan bir yaşamın öznesi, arada bir başkalarını alkışlayarak, hatta örneğin kendine başarı, modeli olarak seçtiği bir futbolcu, vb. ile tek yanlı ruhsal denklikler kurarak idare edebilir. Ama devrimcilik, ne sıradan bir yaşamdır, ne de içerdiği değerler idare edilerek karşılanacak türdendir. Devrimcilikte topu taca atma, oynar gibi yapma veya kendini kandırma yoktur. Varmış gibi göründüğü yerler/anlar geçicidir, bir geçiş halidir. Ve genellikle çarpıcı biçimde yaşanan geri düşüşlerle sonuçlanır.
YAŞAMIN TEPEDEN TIRNAĞA SEVDAYA KESMESİ…
Binlerce yılın demir, barut ve kırbaçla geriletemediği
bir yaşam biçimidir sevda dedikleri.
Kimseyi yanıtmamalı,
sahte veya taklit bile denemeyecek denli gerçeklikten uzak sürümünün,
bugün yaygınlıkla benimsenmesi.
Eğer kaytararak veya kendi kalbini ve gönlünü çelmeleyerek
sevda yaşamak mümkün olsaydı;
Bedreddin’in eza odalarındaki sabrını,
Deniz’in sehpada anıtlaşmasını
veya Mahir’in Kızıldere’deki haykırışını anlamak nasıl açıklanabilirdi?
Merkezileşmiş tehdidin ve büyük gibi görünenin
işaret parmağının tersine ve üzerine üzerine yürür,
sevdayı bir yaşam biçimi edinenler.
Tarihte çoğu kez aynı anlama gelmiştir,
“sevdalılar” ile “ezilenler için bedel ödeyenler,”
Bu nedenle, sevdayı bir bedene, törene veya “ev”liliğe indirgemeye
özel bir önem vermiştir, hemen her dönemde egemenler.
Ellerindeki enjektörler, toplumsal kılcallara dek işler.
Uyuşma, itirazın; an, uzun menzilli ufkun yerine geçer.
Ancak böyle bir zeminde metalaşabilir,
tarihsel derinliklerden bugüne dek taşınabilmiş değerler.
İşte tam da bu nedenle, sevdaya kimliği doğru ilişkilendirmeli
ve sistemin içinde değil, karşısında aramalı mücadele dinamiklerini…
Devrim, istendiği kadar “politik iktidarın ele geçirilmesi” sınırlılığında bir tarife indirgensin; istendiği kadar slogandan, marştan veya karşıt güçlerle fiziki çatışmadan ibaret görülsün; devrimin bir yaşam biçimi olduğu ve her an için bir anlamının/karşılığının (davranış ve yaşam normunun) bulunduğu gerçekliği değişmiyor. Bunun değiştiğini sananlar, hayatı bir bütün halinde alternatif normlar üzerinden yeniden okuyup hemen bugünden geleceği örgütlemeyi zorunlu bir koşul olarak görmeyenler, bu ihtiyaçla hayatın içinde yüzleştikçe, bütün gün marş söylenemediğini veya hayatın “yumruk”tan (teknik araçlar, vb.) daha temel önemde nitelikler (uğraşlar ve moral halleri) gerektirdiğini anlamakta; ama bunun telafisi için de geç kalmış olmaktadır.
“Yumruk” elbette önemlidir. Ama üzerine oturduğu bir “yıldız” olmadğı sürece, havada kalmakta, bir anlam ifade etmez hale gelmektedir. Dikkat edilirse, bu türden sembollerde, yıldız bakidir, diğer araçlar ise değişkendir. Bu da araçların geçici olduğunun, bir kimlik, bir temel uğraş olarak alınmayacağının göstergesidir.
Bugün “yumruğun” güncel ihtiyaç olarak öne çıkmadığı zamanlarda yaşanan bocalamaların, boşluk hissinin, doyumsuzluk veya farklı arayışların ardında yatan gerçek budur; kimliğin bütünlüklü kavranmayışıdır; aracın amacı baskılamasıdır. Bu tablo, daha çok “renkli, heyecan verici” geldiği için vaktini yanlızca fiili olanla geçirip, fikri olanı ihmal etmiş olanlarda gözlenmekte, ruhsal doyum alışkanlığı, yeni koşullar karşısında yeterli olamamaktadır.
Bu durum, 1980 öncesinde mahallelerini, okullarını, vb. faşistlerden arındırdıktan sonra yapacak iş bulamadığı için canı sıkılan “dar pratikçiler”i anımsatıyor. Halbuki devrimci yaşam, başlı başına bir dünyadır; hem teori hem pratiktir ve hiçbir koşulda “sıkılma”ya sebep olmayacak denli zengindir. O halde bugün öncelikle bu durum/ihtiyaç kavranarak işe başlanmalıdır. Geç kalınmış da olsa, başka bir yol, bir alternatif yoktur. Yumruk, yıldızsız sıradanlaşır ve giderek kendine yetmez hale gelir.
Sayı 38 (Kasım 2012 – Ocak 2013)