Bahadır DENİZ
Kendini ifade etme ihtiyacı, tüm insanlarda bir ortak paydadır. Repertuar zenginliği, kendini ifade etmede farklı seçeneklere imkan verirken, repertuar darlığı tekrarı getirir. Kişinin kendisine ait yetenek ve başarıların zayıflığı, dışsal yeteneklerle (bir futbolcuyla, bir sanatçıyla, oğlunun bir başarısıyla, vb.) özdeşleşme gayretini kuvvetlendirir.
İlişkilerde sekterlik, kendini dayatmak, farklılıklara tahammülsüzlük; bireyci kişilik yapısıyla ilintili olsa da, genellikle başarı yoksunluğunun, gizli kalmış zayıflıkların, ruhsal doyumsuzluğun ürünü olarak dışavurur.
Hemen her şeyin bir yarış/rekabet ortamında değerlendirildiği, ilkokulda çocukların çeşitli sınavlarla birbiri ile yarıştırıldığı, kimi ödüllendirilirken kiminin ağlatıldığı; paylaşımın değil, kişisel başarı ve hırsın kamçılandığı bir gelişim grafiğinden geçen çocukların; doğru ve geliştirici olana değil, renkli ve kısa vadede sonuç verici olana yönelmesi bir tesadüf değildir. Kısa yoldan başarıya ulaşma beklentisi giderek zorlu yollardan ve uzun erimli hesaplardan kaçınmayı besler. Kişiliğin biçimlenmesi ve yönalması sürecinde bu tür sakatlanmalara uğramış olan insanların spor yapmak yerine sporcuların başarıları ile yetindiği, emek harcayarak bir ürün ortaya koymak yerine, hazır ürünleri tercih ettiği, şans oyunlarına meraklı olduğu görülür.
Amaçladığı insan ilişkileri ile adeta zıt koşullarda çalışma yapmak durumunda olan devrimciler, kendilerinin de halen belirli oranlarda taşımakta oldukları zaaflarla/sorunlarla mücadele etmek durumunda kalırlar. Böyle bir durumda, mayalayıcı niteliğini korumak, kitlelere benzemek yerine kitleleri kendine benzetebilmek, zordur; ustalıklı bir çaba gerektirir. Buradaki “kendine benzetmek” asimilasyona varmamalıdır. Kitleler, bağrında taşıdığı pek çok niteliği, kültürel öğeyi koruyarak güzelleşebilir; mücadelemizin bileşeni haline gelebilir; yoldaşlaşabilirler.
İnsanları kendi örgütsel zeminine çekmek/kazanmak elbette ki önemlidir. Ancak bu, mutlak bir amaç haline getirilir, “kazanmak” tek ölçü olursa; ilişkilerde dargörüşlülük/sekterlik kaçınılmaz hale gelir. Rekabet, yabancılaşmayı büyütür; sevgiyi, dayanışmayı, ortaklaşma refleksini aşındırır. Böyle bir duruşla da varlık göstermek mümkündür; ortaya siyasal bir yapılanma da çıkar; ama sevgisiz, dayanışmasız devrim yapmak mümkün değildir.
Devrimcilik ciddi bir iştir. Yoldaşlık, devrimciliğin kimyasıdır; bağları güçlü kurulduğunda kopması olanaksızdır. Bugüne dek kopan tüm bağlar zayıftır. İlmik ilmik dokunan bir ilişki, her zaman için, aceleye getirilmiş ilişkiden daha güçlüdür. Eğer, her türlü testi başarıyla geçecek denli sağlam dokunmuş ilişkiler amaçlıyorsak; dokuma işini hafife alma lüksümüz yok demektir.
Türkiye solundaki örgütlenmelerin hemen hepsinin 12 Eylül sürecinde dağılması; sorgu ve tutsaklık süreçlerinden güçlenerek değil, büyük kayıplarla çıkması; devrimciliği bir yaşam biçimi olarak içselleştirememiş olmanın göstergesidir. Demek ki, düşman bilinci gibi yoldaşlık bilinci, değerlere bağlılık ve bedel ödeyebilme olgunluğu gelişmemiş; kimyasal süreç tamamlanmamıştır. Böyle bir süreçten çıkarılması gereken sonuçlar, tekrarını önlemeye yönelik olmalıdır. Kendini bu yenilginin dışında görmek, kendi dışında kabahatli aramak, “devrimciler içinde en devrimci” olduğunu kanıtlama gayretine boğulmak; dost yapılarla mesafeyi açmakla kalmaz, kendi içinde de zorlu süreçlere göğüs gerebilecek yoldaşlık ilişkilerinin gelişimini köstekler.
Dün, devrimciliği ve dolayısıyla yoldaşlığı doğru kavramayanlar; bugün, ya sisteme yakışıksız biçimlerde geri dönmüş, ya da kendi ihtiyacı olan bir örgütlenme yaratarak, sistemi sola taşımıştır.
Sol/devrimci yapıların zayıf düşmesi, yara alması normaldir. Tabanından siyasal kültür eksikliğinin yansıması da anlaşılır bir durumdur. Ne var ki; zayıflamanın, küçülmenin, rekabet ve didişmenin izlerine siyaset yapıcı mekanizmalarda da rastlamak normal değildir ve hatta kaygı vericidir. Tüm benzerliklerine ve “kader ortaklaşması”na rağmen sol bileşenlerin, mevcut çalışma alanlarını bir yarış pistine çevirmesi, geniş çaplı yoldaşlık tanımına giren dostlarını aynı alanın tamamlayıcısı olarak görebilme olgunluğuna ulaşamamış olması, sadece güçleri bölmeye değil, tek tek yapıların gelişimini sekteye uğratmaya da sebep olmaktadır.
Bir grup PTT çalışanının başlattığı grevle ilgili yapılanlara, yazılanlara ve söylenenlere bakılırsa; istisnalar hariç, yansıyan genel eğilimin; çalışanlara hakkını kazandırmak değil, çalışanın ilgisini çekmek, mümkünse onu taraftar olarak kazanmak yönünde olduğu görülür. Ve ne yazık ki bu tarzla, ne emekçiye hak kazandırılabiliyor ne de emekçinin gönlü kazanılabiliyor. Bizim, yoldaşlarımızdan beklediğimiz tutum, gittikleri yerlerde kuru propaganda yapmak, sembol ve sloganlarla iş görmek değil; sorunun özüne ilişkin çözümde rol almaktır. Bu yapıldığı takdirde, reklam panosunda ismimiz yer almasa dahi, gönüllere yerleşmemiz daha kolay ve daha kalıcı olacaktır.
Devrimciliğin özüne değil şekline yapılan yatırımlar, kısa yol hesapları ve kolaycılık Türkiye solunu bir dönüm noktasına getirmiştir. Artık bu yolda benmerkezcilikle, sekterlikle, salt reklamla ilerlenemeyeceği çeşitli göstergelerle ve acı deneyimlerle ortaya çıkmıştır. Tabii bunun çözümü “dümeni sola kırmak” kadar kolay değildir. Devrimciliğin özü, vaktinde şu veya bu oranda ıskalanmış ve her şey böyle bir harçla bina edilmişse geriye dönüp binayı sağlamlaştırmak da kolay değildir. Bu nedenle biz ille de yoldaşlık ille de gelişmiş özgür kişilik diyoruz. Bu bizim her koşulda güvencemiz olacaktır.
Sistemi yeniden kendi içimizde yaratmak, taşıdığımız zaafları gizlemek veya taşımakta ısrar etmek bize yakışmaz. Birbirimizi sevmek için çokça nedenimiz var. Ortaya koyduğumuz tablo, hepimizi kaplıyor; bu nedenle güzellikler de “günah”lar da hepimize ait ve hepimizin ürünüdür. Yoldaşlardan yoldaş beğenmek, eski alışkanlıklarla kişisel ilişkiler geliştirmek; o kişisel yakınlıkları örgütsel yakınlığın üstüne çıkarıp paylaşımda daralmak; bizlerin amaçladığı kardeşleşme karşısında bir dirençtir ve en azından geciktiricidir.
Kendi iç ilişkilerimizde oluşturduğumuz pozitif atmosfer, dışa kapanmayı dost ilişkilerde sekterleşmeyi değil, aynı pozitif elektriği o ilişkilere de taşımayı gerektirir. Unutulmamalıdır ki dostuna (ki o da bir çeşit yoldaşlıktır) karşı sekterleşen, daralıp bencilleşen; koşullarının oluşması halinde yoldaşına karşı da daralıp sekterleşebilir. Çünkü taşınan öz, ne kadar bastırılırsa bastırılsın mutlaka biçimde yansır. Bunu önlemenin yolu, özü bastırmak değil, değiştirmektir.
Biz faşizme karşı yükselen her öfkeyi önemseyerek zulme karşı doğrulan
her alnı öperek yola çıktık.
Slogan atan ağızlar devrim emekçisi bilekler yoldaşımız oldu.
Umutsuzluk örselemesin diye
Açların çiğnediği her lokmada biz de doyduk.
Acıyla dişlenen her dudakta bizim de içimiz kanadı.
yaralı yürekleri sağaltan her soluk bizim de gönül yelkenlerimize rüzgar oldu.
Biliyorduk
yoldaşlık, büyük yüreklerin işidir.
Bu nedenle imkanlarımızdan önce yüreklerimizi büyüttük.
Yani gülüm
aynı dalda hem yaprak
hem çiçek olabilmektir yoldaşlık. Hele ki
Kore yorgun düştüğünde Kim İl Sung’u yaşatabiliyor Küba mahsur kaldığında dalgıç olabiliyorsak
biz
insan kalabilmiş tüm yüreklerin yoldaşıyız demektir.
Bahadır DENİZ
Sayı 12 (Şubat – Nisan 2004)